Akıldan Kalbe : Her Şey’den Hiçbir Şey’e
İnsanın yazmaya değer bulduğu şeyler, bir bakıma yaşamaya değer bulduğu şeylerdir. Güzelin de çirkinin de kalemden yazıya akması, yazarın şuurundaki ideal hayatın yansımalarıdır. Kimi bu ideal hayatı güzel, iyi ve doğrunun tezahürlerini gösterme bakımından; kimi ise çirkin, kötü ve yanlışın tezahürlerinin sebep olacağı felaketleri haber vermek bakımından resmeder. Mesela bir hikaye kaleme alan yazarı düşünelim: Şayet bu zat işini ciddiye alan ve hakiki bir eser vermek niyetinde olan bir fertse, hikayenin içine temel fikrini; uğrunda mücadele verdiği yahut mücadele vermenin gereksiz olduğuna dair inançla boyadığı şeyi -kendi ustalığı nipetinde- yedirecektir. İster menfiyi ister müspeti, isterse ikisinin arasında kalan, muallak bir hali kalemiyle işlesin, en nihayetinde şuur dünyasının katman katman açılmasıyla eserini hitama erdirecektir. Yazar bir bakıma ressamdır. Kimi ressam tablonun en son halini baştan zihninde oturtmuş, her şey bittikten sonra resme başlamışdır. Kimi ressam ise içinde bulunduğu halin ve şuur seviyesinin kendini yönlendirmesine izin vermiş olarak resme başlamıştır. Birinde biten bir şey yeniden başlatılır, diğerinde bitmemiş bir şeye ilk adım atılır. İlkinde tedai başlanmadan evvel ressamı bir yere sürüklemiş yahut ressam onu sürüklemiştir, ikincisinde ise tedai resmetmenin merkezinde görünmekte, baskın çıkarak yönlendirici mevkiine erişmektedir.
Tedai alelumum kullanılan bir kelime karşılığıyla ifade edilirse çağrışım manasına gelir. Çağrışımlar belli bir yol üzerinde iken ferdin çağrıldığı yerlere yüzünü dönmeleriyle oluşurlar. Bir ip sarkıtılır gökten, muhatap ya o ipin güzergahını takip eder, eşyaya şahit olur, ya da henüz başında yeryüzüne dönerek kendi işine koyulur. Elbette bu tedailerin irfânî tarafları da vardır. Mesela veli zatlar için ilhamlar eşyanın sırrını onlara faş eder. Ancak her ne olursa olsun, bir tedaiden, çağrışımdan söz ettiğimiz zaman meçhul bir şey tarafından, ratio’nun (katı aklın) hesap edemeyeceği yerlere davet edildiğimiz gerçeğidir söz konusu olan. Akılla belli bir yere kadar gidebiliriz bu güzergahta. Bir müddet sonra benliğin yelesi olan akıl bırakılmadan, meçhulde derinleşme yoluna gidemeyiz asla. Pascal şöyle söylemiştir: Kalbin aklın hiç tanımadığı kendine ait nedenleri vardır.[1] Hazreti Mevlâna’da kalbin bir ameliyesi olan aşk, akıldan çok daha mükemmelen ayrılmış ve kristalize edilmiştir: “Akıl düşünmüş ve neticeye ulaşıncaya kadar aşk yedinci semâya uçmuştur / Akıl hac için bir deve buluncaya kadar aşk Kâbe’yi tavaf etmiştir.”
Mahdut ve bağlı olan, hadde ve bağın izin verdiği yere kadar gidebilir ancak. Ötesi aklın kriz geçirmesi, kendiliğini imha etmesidir. Batı düşüncesi aklın imha edilmeyi gerektirecek sınırlarına yaklaşmasının seyridir. Âlemdeki sûretlerin kalbe aksederek her yanını kaplamasını ifade eden, tasavvufi anlamıyla hicap (perde), bir kez insanın kalbini örtünce, kalp mahallinde hakikatlerin tecellisine dair en ufak bir iştiyak kalmayacaktır. [Kâşâni, 2004: 200-2001] Bu iştiyakın kaybolduğu bir manzarada ise, insanı selamete davet eden bir dünyanın kurulması ve sürdürülmesi mümkün değildir. Vahiy Allah Rasulü’nün kalbine indirilmiştir.[2]Allah’a karşı gelenlerin kalpleri mühürlenmiştir. Kalbin hilafına bir söz söylemek kişinin kendisiyle çelişmesidir. Hidayete erdikten sonra kalbin kayılmasından korkulur, zira akıl değil, kalp kayarsa, insan felakete sürüklenecektir.[3] Allah kişi ile kalbi arasına girer.[4] Son noktada iman da küfür de O’nun kudret elindedir. Ve hayat verecek şeylere vasıl olmak, aklın değil kalbin işidir. Yahudi düşüncesinde de Hristiyan düşüncesinde de kalbe yüklenen anlamlar vahyin tahrif edilmiş halinden kalan parçacıklar halinde aşağı-yukarı böyledir. Ancak modern Batı düşüncesi Kilise’ye karşı olmaklığı itibariyle Kilise’nin temsil ettiği şeylerin toplamına da düşman olmuş, kendini tam karşı konuma oturtmuştur.
Modern batı düşüncesinin alem isimlerinden , zihin ve beden ayrımı üzerinden giden Descartes insanı makinevari bir anlama sürecine tâbi tutmuştu. Çağdaşı olan ressam Rembrandt’ın resimlerindeki benlik ise Kartezyen ikiliğin tesirinden meydana gelmişti. [Soyşekerci, 2015: 132] Evet, ortada bir sanat vardı, ancak bu sanat müteal olanın değil, içkin olanın, incelmişin değil kaskatının sanatıydı. Madde ve ondan sadır olan şeylerin arasındaki şüphe üzere kurulmuş tefekkür dünyası Descartes’ı şüphecilerin piri kılmıştı. Bu şüphenin ucu ise katı bir şekilde kalbin yolunu kapatmaya, anlamın meçhullüklerinden sıyrılmasına çıkmıştı. Teleolojinin yeri bu dünyada artık mekanistik bir tasavvurun kendi olmuştu. Bu mekanik anlayışın bitki ve hayvanlardan ruhu esirgemesi ise işten bile değildi. Modern aklın her şeye sirayet ettiği bir dünyada “eğer Nietzsche olsaydı, tıpkı hristiyanlıkta köleliğin mükemmel dinini gördüğü gibi, modern epistemolojide de ancak köleliğin mükemmel aklını görmesi gerekirdi.” [Ataman, 2020: 24-25] Episteme yâni bilginin hapsedildiği alanın insanın iştihasına açık bir şekille bürünmüş olması bu bilgiden neşet edecek şeylerin (teknoloji- sağlık sistemi – hukuk – devlet vesaire) zulümle içeriklenmesine neden olacaktır. Bugün binbir dereden su getirilerek ve dev matbaalarda üretilerek tüketilen kağıt-broşürlerden öteye geçemeden / kağıt üstünde ifade edilen hak arayışlarının mesnetsiz olmasının nedeni budur. Mesnedi insana hakettiği mevziyi sağlayamayan şeylerin istinat ettiklerinden çıksa çıksa sömürgenin farklı modelleri çıkacaktır.
Tutkuya tutku (Will to Will) bir kez insanın arayışlarının merkezine oturmayıversin, artık her şey bu tutkuların etrafında şekillenecek ve hazzın hayatın her alanına sirayetini temin edecektir. Halbuki hazzın karşısında İslâm tefekküründe itminan söz konusudur. Haz nefsin en alt katmanının beslendiği bir zeminken, itminan insanı Allah’a davet etmektedir. Ve kalplerin mutmain oluşu ancak Allah’ın zikri ve bu zikrin tezekküre dönüşmesiyle mümkündür.[5] Zikrin tezekküre dönüşmesi nazmın kalple söylenmesidir. Artık her şey O’nun, hiçbir şey benindir. Her şeyin sahibi olma iddiasından hiçbir şeye malik olamayışın idrak edildiği âna geçiş, kişinin kendini bilmesiyle gerçekleşen hakikatin kendinde tecellisidir.
FATİH TEKİN
Atıflar:
Ataman, A. (2020). Copernicus, Kant, ve Düşüncenin Modernliği. İstanbul: Ketebe Yayınları.
Kâşâni, A. (2004). Tasavvuf Sözlüğü (Letâifu'l a'lâm fî işarâtı ehli'l ilhâm). (E. Demirli, Çev.) İstanbul: İz Yayınları.
Soyşekerci, S. (2015). Beden Sanatı Rembrandt ve Anatomi Dersleri. İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
[1] Le cœur a ses raisons que la raison ne connait point.
[2] Bakara Suresi, 97. ayet: De ki: "Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur. [3] Al-i İmran Suresi, 8. ayet: "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen." [4] Enfal Suresi, 24. ayet: “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız.” [5] Rad suresi 28.ayet: Onlar, îmân edenler ve kalbleri Allah'ın zikri ile mutmain olan kimselerdir. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur.